http://aysegulyildirimkaptanoglu.com/rsmlr/dosya/okumaparcalariyukseklisans.doc http://aysegulyildirimkaptanoglu.com/rsmlr/dosya/saglikyonetimi,swot,surdurulebilirlik.doc 18. yüzyılda İngiliz Yoksul Yasaları, 19. Yüzyılda, başta İngiltere olmak üzere, çeşitli ülkelerde zorunlu temel eğitimin hayata geçirilmesi, Fransa ve Almanya’da sosyal ve ekonomik hakların anayasal düzeyde tanınması, Almanya’da Bismark’ın ilk defa sosyal sigorta sistemini kurmaya dönük adımlar atması, refah devletinin de ilk adımları arasında sayılmaktadır. Bununla birlikte refah devletinin gelişimi ve yaygınlaşması 2. Dünya Savaşının ardından gerçekleşmiştir. Savaşı takip eden yeni dönemde Keynesyen ekonomi politikalarının benimsenmesi ve tam istihdam, yüksek büyüme oranları, devletin temel ihtiyaçları sağlamaya ve risklerden korumaya dönük hizmetler sunmasıyla tanımlanan altın çağ ancak 1970’li yıllardaki petrol krizlerine dek sürebilmiştir. Gerek ekonomik krizler, gerek toplumsal risklerin, nüfus ve aile yapısının dönüşümü, tüm ülkelerde refah karmasının bileşimini değiştirmiştir. Özellikle iki kutuplu dünyanın sona erişinin ardından küresel düzeyde hâkim olan neoliberal politikalar, refah devletini tehdit etmekle kalmamış, sosyal dışlanma ve yoksulluk sorununu gerek ulusların, gerek küresel örgütlerin başlıca sorun alanları haline getirmiştir. 1974 yılında Fransa’da sosyal dışlanma kavramını literatüre kazandıran Rene Lenoir, sosyal dışlanmışları devlet tarafından uygulanan refah programlarına erişim olanakları olmayanlar olarak tanımlamıştır ( Zohir vd,2008). Altın çağ olarak adlandırılan savaş sonrası dönemde meta dışına çıkarılmış olan temel refah hizmetlerinin metalaşması, çalışma devleti (workfare state) uygulamaları, sosyal harcamaların kısılması gibi uygulamalar, temel refah hizmetlerine erişemeyen nüfusu genişletmiş, sosyal dışlanmayı yakıcı bir sorun haline getirmiştir. Her ne kadar başta AB olmak üzere uluslararası örgütler, sorununun çözümü için istihdama katılım ile herkesin kaynaklara, haklara, mallara ve hizmetlere erişiminin kolaylaştırılmasını gerekli adımlar içinde formüle etseler de, benimsedikleri piyasayı hâkim kılan ekonomi politikaları çözüm önerilerini işlevsiz kılmaktadır. İngiliz Sanayi Devrimi köylüleri topraklarından uzaklaştırdı, kitleler halinde, büyük şehirlerin atölyelerine doğru göçe zorladı. Ancak, öylesine kalabalıktılar ki, yeni gelişmekte olan piyasa, hepsine iş bulamayacağını anladı. 1795’te “Speenhamland” adı verilen bir düşkünler yasası çıkarıldı. Büyük bir bunalımın yaşandığı bu dönemde, Newsbury yakınındaki Speenhamland’de Pelikan Hanı’nda toplanan Berkshire yargıçları, yoksullara kazançlarından bağımsız olarak belirli bir asgari gelir sağlanması için, ekmek fiyatlarına göre ücretlerin desteklenmesine karar verdi. Yasa uyarınca, bir iş bulamayanlar Kilise’ye sığınacak, Kilise bu düşkünlere bir öğün yemek ve yatacak bir yer sağlayacaktı. Fakat bir iş bulabilen yoksullar da aldıkları ücretle ancak bu kadarına sahip olabiliyorlardı. Haliyle yoksul çalışanlar da gönüllü olarak düşkün olmaya başladı. Kiliseye sığınmak, ücretli bir işi olmaktan daha iyiydi. Hayır’ın hak’kın önüne geçmesinin kısa özeti budur. En önemli sonucunun ise şu olduğunu söylemeliyiz: İngiltere’de sendikal hareketin ortaya çıkması ancak düşkünler yasasının kaldırılmasıyla mümkün olmuştur. Speenhamland yasası ile ücretlere yapılan bu doğrudan müdahale, dönemin sınıfsal eğilimine uygundu ve Fransa’da patlak veren devrimin İngiltere’ye sıçrayacağı korkusu ile acilen alınmış bir önlem niteliğindeydi. Böylece yoksullar hızla düşkünlere dönüştürüldü, devrimin önüne geçilmez bir duvar örülmüştü. Ayrıca bu yardımlarla toprak ve sanayi burjuvazisine ücretleri minimum seviyeye çekmek için meşru bir zemin hazırlamıştı. Townsend ve Malthus ise düşkün yasalarını nüfus artışına sebep olduğu gerekçesiyle eleştirmekteydi. MALTHUS FİKİRLERİ ARAŞTIRILACAK |